Saturday, May 26, 2007

BABAMA...



Bundan dört sene öncesi 26 Mayıs 2003 tarihinin bu anları; onun kendisine emanet edilmiş bedenini bu fani dünyaya bırakıp, ruhunu Yüce Yaradan’ına emanet ettiği anlardı.


Yaşamının her anında, bu günün kaçınılmaz olarak ve mutlak geleceğine olan inancı ve imanıyla yaşardı. “Her nefs ölümü tadacaktır!” buyruğundan yola çıkarak, “Ölüm”ü yüce yaradan Allah(c.c.)’a mutlak yakîn olma aşamasında ilk merhale olarak görürdü. Gene en önemli buyruklardan olan “Ölmeden evvel ölünüz”ü gerçek manasıyla algılayıp yaşayabilmeyi sanırım Rabbim kendisine bu yaşamda nasîb etmişti.


1978 yılının bir günüydü ki elinde taşıması çok zor ağırlıkta olan bir paketle eve gelmişti. Paketi açınca içinden, yukarıdaki resimde arkasında asılı olan, mermer pano çıkmıştı. Bu nedir diye sorduğumuzda cevabı “kabir taşım” olmuştu. Annemin ve benim bir anlık şaşkınlık ve kızgınlıkla karışık sitemlerimize rağmen, Türkiye haritası şeklinde nakş edilen Besmele-i Şerif evimizin en hâkim köşesinde yerini almıştı.


1995 senesinin sonbaharında bir gün bir namazı eda sonrasında benden “kabir taşı altında bir fotoğrafını çekmemi” istemişti. Bir evlat olarak bu an bana çok zor gelse de, kendisindeki inanılmaz huzur ve mutluluğu görünce, isteğini yerine getirmiştim.


Bense bu gün, kendisinin 25 yıl önce vasiyet ettiği ve arada geçen yıllarda sıkça hatırlattığı arzusunu yerine getirip kendisini elleriyle seçtiği kabir taşının altında huzur-u Rahman’a emanet eden ailesinin bir ferdi ve evladı olmanın huzurunu yaşıyorum.


O,


Şefkatli bir baba,


Sevgi dolu, vefakâr ve fedakâr bir eş,


“El-Vekîl”e yaraşır bir hukuk adamı,


Korkusuz, sâdık ve gerçek bir vatansever,


Olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan bir Allah(c.c.) dostuydu.


Nasîb oldu; HİRA Dağı’nda Nur’landı, TANRI Dağları’nda kutlulandı.


O,


Benim babamdı.


ADAM gibi ADAMDI…


Yüce Rabbim kendisini seven ve kendisinin sevdiği dostları arasında yer versin ve Rahmetini dâim kılsın.
























Tuesday, May 15, 2007

DÖRT KUŞU BOĞAZLA(5) (KARGA'nın Halleri)!!!!


TAMAH

4.Karganın Halleri

En başta belirtmiştik; kesilmesi gereken dört kuştan biri olan karganın kusuru uzun ömre tamahı idi. Mevlânâ'ya göre onun gak gak diye bağırması kendisi için uzun bir ömür dilemesindendir.


İblis de "kıyamet gününe kadar beni yaşat" demişti. Oysa İblisin ölmesi yaşamasından hayırlıdır.


Zira ömür de ölüm de ancak Hak'la olunca güzeldir. Ömür Hakk'ın yakınlığıyla can bulur, değer kazanır. Karganın ömrüyse pislik yemekle geçer.

İşin garibi dünya ve hayata bağlılığın yaşlılarda daha fazla olmasıdır. Mevlânâ bu duruma örnek olarak kocayıp dişleri dökülen köpeğin hırsından gübreye saldırmasını gösteriyor... Böylesi yaşlılar "ömrün uzun olsun" denince sevinirler. Oysa Hazrete göre bu dua değil bedduadır.


Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (www.semazen.net)

DÖRT KUŞU BOĞAZLA(4) (TAVUS'un Halleri)!!!



MAKAM SEVGİSİ

3.Tavusun Halleri

Mevlânâ hırs bakımından iki kuşu karşılaştırıyor: Kazın hırsı, tavusun hırsı. Kazın hırsı boğaz ve şehvet hırsı idi... Tavus ise baş olma iddiasındadır ve bu hırs berikinden kat kat büyüktür. Bunlardan biri yılansa öbürü ejderha gibidir. Hz. Adem de sürçmüştür, İblis de. Adem’in sürçmesi boğaz ve şehvettendir, İblisinki ise kibir ve mevkiden. Cenab-ı Hak Adem'in suçunu bağışlamış, diğerini lanetlemiştir. Zira ikinci sürçmede şirk vardır. Adem suçunu bilmiş tevbe etmiştir, ancak İblisin kibri onu tevbeden de alıkoymuştur.


Baş olma hırsı öyle bir hırstır ki padişahlar saltanatına ortak olur korkusuyla babalarını bile öldürürler. Bu hırs ateş gibidir her şeyi yakar; kimse bulamazsa kendini yakar, bitirir. Bunun için "Saltanat kısırdır" denmiştir.


Nam ve şöhret için cilvelenen tavusun amacı halkı avlayıp kendine bağlamaktır ama işin sonunda yine kendisi zararlı çıkar. O, tıpkı tuzak gibidir; neyi, niçin avladığını bilmez.
Mevlânâ sözü insana getirerek diyor ki: "Sen de ta doğduğundan beri çevrende insanlar topladın; onları dostluk tuzağıyla avladın ama eline bir şey geçtiği yok. Bu hevesle kimini bırakıp kimini yakalayarak işi çocuk oyununa çevirdin. Aslında bu tuzakla sen kendini avladın, kendini kendi muradından, asıl dostluktan mahrum ettin. Av ararken kendini avlayan avcıya döndün!
Yine Mevlânâ'ya göre şöhret vurgunu olmak bir nevi tutsaklıktır... "Sen bu cihanda boynu şöhretle bağlı nicelerine sultan dendiğini duyarsın. Başında tac var ama boynu tutsak, halksa ona padişah demede. Böyleleri kafir kabri gibidir; dışı süslü, içi ise kahır dolu".


Güzellik, mevki ve servet başkalarının hasedini çektiği için bunlara sahip kişilerin başı rahat görmez. Hasetten kurtulmak için bu tip insanların özellikle mütevazi olması gerekir. Şu nüktedeki tavusun yaptığı gibi:
Ovada bir tavus güzel kanatlarını yolup duruyordu. Onu gören biri sordu:
- Bu güzel kanatlarına yazık değil mi, niye onları telef ediyorsun. Hafızlar Kur'ân arasına koyar, safa ehli yelpaze edinirken sen kendi kanatlarının kadrini bilmez misin?
Tavus bu nasihatlar üzerine ağlamaya başladı ve şöyle dedi:
- Sen renge ve kokuya bakıyorsun. Ama bana her taraftan yüzlerce tehlike bu kanatlar sebebiyle gelmede. Nice avcılar bu kanatlar için tuzak kurmada ve nice okçular bunun için oklarını fırlatmada. Mademki bu tehlikelere karşı kendimi korumaya gücüm yok, o halde çirkin olmam evla.


Peki imkan sahipleri sırf hasetçilerin hasedini çekmemek için bu tavus gibi mi davranmalı? Mevlânâ'ya göre bu, duruma göre değişir. Sabırlı ve mütevazi kimsenin kanadını yolmasına lüzum yoktur, zira o zaten kanadı yok gibi davranır. Hazineyi korumak için viraneye gömerler. İnsan da kanatlarını yolamıyorsa bari şuna buna arzetmemeli, uzlet etmelidir. (5/23)


Eldeki imkanlar ehliyetsizlerin elinde tehlike arz eder. Sözgelimi kendini koruyamayanın güzelliği çocuğun eline kılıç vermek gibidir. Çocuk ya başkasından önce kendini keser ya da başına gereksiz dert açar. Mevlânâ bu mealde şöyle bir nükte anlatıyor:


Çocuğun biri elindeki kılıcı kuyuya atmış. Onu gören biri böyle değerli bir kılıcı niye attığını sorduğunda şu manidar cevabı almış:
- Madem aklım ve kullanacak gücüm yok, silahımı kuyuya atmam daha iyi. Yoksa elimde kılıç olduğunu gören çocuk olduğumu bilmez de beni düşman zanneder.


Hz. Mevlânâ'ya göre şehvetin açık olanı ve herkesçe bilineni mal, mülk ve kadın sevgisidir. Gizli olanı ise övülme arzusu ve beğenilme duygusudur. Bu ise kibre yol açar. Kibir elbisesi kimseye yakışmaz ama bazıları üzerinde daha da sırıtır. Mesela makam, mevki sahiplerinin kibri hadi neyse de acizlerin kibrine ne demeli?


Kibrin de binbir çeşidi vardır şüphesiz.


Daha çok büyüklere arız olan ve onları bulundukları yüksek yerlerden aşağılara yuvarlayan manevi bir kibir daha vardır. Yüksek yerden düşmek alçaktan düşmeye benzemez; daha vahim sonuçlara yol açar...


"Allah kibr edeni alçaltır, tevazu göstereni ise yükseltir." Cenab-ı Peygamber buyuruyorsa elhak öyledir.


Kibrin kaynakları nelerdir?

Kimine zenginlik, kimine şöhret, kimi için de soy sop bir gurur ve kibir sebebi. Başkalarının sahte iltifatları ve yapmacık saygısı da kibir sahibi için gerçekte bir felaket. Mevlânâ kibrin kötülüğü ve övgünün de zararı hakkında şunları söylüyor:


"Ey Firavun tabiatlı! Halk sana secde ediyor diye övünmedesin ama bilmiyorsun ki onlar aslında senin canını zehirlemede. Padişah başka padişahı yakalasa öldürür ama bir yoksulu bulsa ona şefkat eder.


Kibir Hakk'a şirk koşmaktır. Cenab-ı Hak başka suçu affetse bile kendisine başkaldırmayı ve şirki bağışlamaz. Sendeki benlik duygusu bir merdiven gibidir; merdiven ne kadar yüksek olursa düştüğün vakit kemiklerin o kadar çok kırılır."



Zira birçok insanın handikapı; "Çevredekiler ne der?" sorusudur. Nitekim Hz. Peygamber’in amcası Ebu Talip de imana davet edildiğinde aynı talihsiz cevabı vermişti: "İman ederim ama başkaları ne der?" Bu gün de bir doğruyu dile getirme noktasında aynı handikapı hem kendimiz hem de çevremizde sık sık yaşamıyor muyuz? Başkaları ne der, demeden önce Allah ve resulü ne der, diyememek ne kadar acı.


Çevremizdeki her insana iyi hasletler yakıştırmalı, söz ve davranışlarımızla onlara iyi olduklarını telkin etmeliyiz. Zira insanlar zamanla kendilerine biçilen rolü benimserler ve o doğrultuda hareket ederler. Bir suçlu bile kendisine namuslu bir insan muamelesi yapıldığında çok zaman bu güvene layık olmaya gayret eder.



Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (www.semazen.net)

Thursday, May 10, 2007

ÖZGÜR OL, ÖZ'ÜNE VAR!!!





Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.


Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.


Maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır.



Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında bu maymunu, tutsak eden hiç bir şey yoktur. Onu sadece onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.


Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.


Joseph Goldstein (The experience of Insight)

Sunday, May 6, 2007

TASAVVUFUN GÜNÜMÜZDE UYGULANMASI.....

Tasavvuf, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur. İslam tasavvufunda bu yolculuğa sülûk denir ve tasavvufta varılması gereken nokta İslam’da “Kendini hiçlikle bilen Rabbini varlıkla bilir” noktasına ulaşmaktır.

Hiçlik, kişinin her sahip olduğu özellikte (isim ve sıfat) dengelenmesi ve yaratıcının sonsuzluğunda kendi yerini idrak etmesidir. Bu hal, şahsiyetsiz, tembel bir kişilik yaratmaz. Bilâkis, yaratıcısından emin olan, maddi olayların yıkamadığı kuvvetli şahsiyetler oluşturur.

Böyle dengeli, kişilikli insanın beşer halinden varolabilmesi için mesela;
1. Ben bir bedene sahibim ve bedenimin sağlıklı, yorgun, enerji dolu ya da hasta hali beni etkilemez çünkü bedenim sadece, içinde Allah’ın manasını taşımak için vardır, ve bu yüzden ben bedenime değer veriyorum ama tapmıyorum,
2. Ben duygulara sahibim ama bu duygular bende yaratıcının manasını idrak etmem için, üzerimde hak olan yaratıcıya ait isim ve sıfatları ortaya çıkarmak için vardırlar yani aracıdırlar,
3. Ben bir akla sahibim ama aklımı kural koymak için değil, yenilikleri öğrenmek ve algılayabilmek için (tefekkür) kullanırım. Kıyasların, aklı işlettiğini bildiğim halde, zıddı olan bir şeyin aslında var olmadığını idrak ettiğimden, kıyasları birliğe ulaşmada aracı olarak kullanırım,
4. Ben bir egoya sahibim, ama ben sonsuza nisbetle hiçim. Buna rağmen hiçlikte tecelli edene göre herşeyim. Allah’ın beni saymış olması ve yaratmış olması ve benden tecelli etmesi bana güven sağlar. Buna rağmen mükemmel olma isteğimde hiçbir zaman başarılı olamayışım bana hiçliğimi öğretir,
5. Ben bir kalbe sahibim. Ancak bilirim ki kalbim bir et parçası olmayıp, Allah’ın ışığının vurduğu yerdir. Çünkü Kuran’ da Allah, “Ben yerlerin ve göğün nuruyum, ışığıyım” buyuruyor. İşte bu ışık sayesinde kalbim, aklımın algılayamadığı derinlikleri ve sonsuzluğu idrak eder. Ve kalbim, Allah’ın mekânı olur. Orada tecelli eder. Bu tecelli sayesinde ben herşeyin Bir’den ibaret olduğunu ve bütün sayıların birin tekrarı olduğunu idrak ederim,
6. Ben Allah’ın ruhumdan ruh üfledim dediği sonsuz bir zenginliğe sahibim ve bunu idrak ettiğim zaman huzurlu olurum ve Allah’ın huzurunda olurum
der.

Bütün bu idrakler, insanın vücudu içinde dengeyi kurmasıyla alakalıdır. O halde önce, bedenimizi sağlam ve esnek tutmak, midemizi yeterli ve dengeli gıdalarla beslemek, tutkularımızı aşırılıktan korurken, tutkusuz olmaktan da kaçınmaktır. (Mesnevi’ de Hz. İsa’ya sorarlar; “En korktuğunuz şey nedir?” “Allah’ın gazabıdır” der. “Peki bundan nasıl korunuruz?” deyince, “Kendi öfkenizi yenerek.” diye cevap verir.


Korkular nefsin eseridir diyor Hz. Mevlâna. Allah’ına güvenen ve Allah’ın evebeyn olarak hakiki koruyucu olduğuna inanan kişi için tek korku, bu yüce sevgiliyi kırma korkusudur. O bile, annesinin ilgisini çekmek için şımaran çocuğun korkusuna benzerse insanı acı çekmekten uzak tutar. Ama bu hal ve bu idrak tedbirsiz kalmak değildir. Tedbiri alıp sonucu hakkında üzüntü duymamaktır. Dünyadaki bize ait gözüken şeylerin, yok olabileceğini düşünerek, Epiktet’in dediği gibi “Çömlek seviyorsan itiraf et, kırılınca üzülmezsin” diyebilmektir. Kuran’ ın cehennemin kapıcısına verdiği adın Malik, yani mülk sahibi, cennetin kapıcısına verdiği adın da Rıdvan, yani razı olan olduğunu bilerek, dünyada bize verilen şeylerin emanet olduğunu hissedip, mülk haline geçirmemek (benim dememek) ama korumak, başımıza gelen hadiselerde ise sıkıntı ve bela duyma yerine terbiye olduğumuzu hissederek sevinmek derecesine ulaşmaktır.)

Eflatun, İslâm’ın sırat-ı müstakîm dediği bu duygulardaki dengeyi şöyle anlatır: Vücut aklın idare ettiği bir at arabasıdır. (Buradaki akıl gönülle evli olan akıldır, yani sezdiği şeylerin gönül tarafından teyid edilmesiyle tatmin olan akıldır). Atlardan bir tanesi şehvet yani duygularda aşırılık, diğeri şecaat yani terbiye edici ahlak, etiktir. Ancak atlar dengede olduğu zaman araba düzgünce yol alır. Burdan da anlaşılıyor ki, ilk insanla başlayan tasavvuf, her devirde aynı şeyleri söylemiş ve aynı şeyleri önermiştir.

O halde insan bütün bu özelliklerinden dolayı, kendinde var olana göre var, kendine göre yoktur. Bu yüzden gururlu değil, vakarlı olur. Gurur, “Ben üstünüm” demek, vakar ise “Var olmamın sebebi var” demektir.

Bu anlayış insanı içindeki huzura, yani Allah’ın huzuruna götürür. Ve insan, bu anda pratik akla kavuşur.

Kendi manalarının kılavuzluğuyla, belli bir düzeye ulaşan kişi dünyadan etkilenmez. Övüldüğünde sevinmez, yerildiğinde incinmez. Aç gözlü değildir. Kaybetmekten korkmaz. Yalnız Allah’a güvenir. Bu hal tasavvufu birebir hayatında yaşayan Hz. Musa’da aşikâr olmuştur. Kuran’da ve Ahd-i Atik’te belirtildiğine göre Musa, güven makamına böyle çıkar. Yaratıcı ona elinde ne olduğunu sorar, Musa; “Bu benim asam, ben ona dayanırım.” der ve onunla neler yaptığını anlatır. Allah asayı atmasını emreder. Asa yılana dönüşür. Böylece Hz. Musa dayanılacak tek gücün Allah olduğunu öğrenir. Daha sonra Musa asasını Allah’ın emri ile Firavun ve sihirbazların önünde yere atar. Yılana dönüşen asa, sihirbazların yılanlarını yutar. Bu da Allah’ın emrinin insan irade ve çabasından daha güçlü olduğunu ispat eder. Allah, Musa’ya, “Yere attığında atan sen değilsin.” buyurur. Bu da insana, kendi irade ve arzularımızla Allah’ın iradesini bozmaksızın mevcudata hizmet etmenin zevkini öğretir.



Bunların sonucunda insan, insan olmanın zevkini yaşar. Hedefimiz kendimizi yok etmek değil, kendimiz aracılığıyla insanî ve gizli ruhları görebilmektir.

Tasavvuf, hakkında konuşulması gereken değil, yaşanması gereken içsel yolculuktur. Tasavvuf şeriatın iç yüzünü araştırır ve insanı şeriata değil, şeriatı insana hizmet eder hale geçirir.

Kelime-i Tevhid, “La ilahe illallah” olup, “La”, yok diyenleri, (ateistleri, benden başka her şey yok) kabul, ikinci kısmında, önümüze gelen herşeye taptığımız devreleri kabul, üçüncü kısmında taptığımız şeylerin bir bir yok olduğunu gördüğümüz, tapılacak hiçbirşey yokmuş; “la ilahe” devresini kabul, ve sonunda “nefsini bilen Rabbini bilir” haliyle “yalnız var olan Allah’tır”ı kabuldür.

Namaz bütün sufizm yollarında geçerli olan içsel huzur, kendindeki yaratıcıyı bulmak, (Hak) o yaratıcı önünde eğilmek ve onunla birlikte miraçta bulunmaktır.

Zekât, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için tek çarenin fazlalıklarını onlarla paylaşmanın zevkine varmak olduğunu öğretir.

Oruç, vücudu aşırılıklardan alıkoyan ve sabrı öğreten, fakirin halini idrak ettiren ve lâyıkıyla yapabilen için Kuran’la müjdelenen ibadettir. (Ramazanın sabrının neticesi Kadir gecesidir, yani Allah, kendi manasını taşıyan ilmi insanlara lütfetmiştir).

Hac, insanlar arasındaki ayırımı ortadan kaldırarak Allah’ın manasını taşıyan ve içi putlardan (Allah’tan gayrıdan) temizlenmiş gönül etrafındaki tavaftır.


Görüyoruz ki tasavvuf, maden, bitki ve hayvan vasıflarıyla yaratılmış beşerin insan olma sanatıdır. Günümüzde dinler, tasavvufun birleştiriciliğinde ve gözlükleriyle birbirlerinin tamamlıyıcısı olarak görülebilirlerse, herşeyin tekten ibaret olduğu bilinir. Bu bakış açısından farklılıklar birliğin güzelliğini yansıtan aynalar olarak kabul edilir ve sloganlar atılarak yaşanmak istenen savaşsız toplumlar, kendi iç savaşlarını bitirmiş insanlar sayesinde sağlanabilir.



Thursday, May 3, 2007

DÖRT KUŞU BOĞAZLA(3) (HOROZ'un Halleri)) !!!!!

ŞEHVET
2. Horozun Halleri

Kesilmesi gereken ikinci kuş olan Horozun kusuru şehvetperest oluşudur.
Mevlânâ şehvetin ve kadın düşkünlüğünün insanların ayağını kaydırma konusunda şeytana verilmiş en önemli kozlardan biri olduğunu şöyle bir kıssayla anlatıyor:
İblis lanetlenip cennetten çıkarılınca insanlardan intikam almak istedi ve Cenab-ı Hakk'a:
- Halkı avlayabilmem için bana kuvvetli bir tuzak ver, dedi. Cenab-ı Hak ona; altın, gümüş ve at gibi şeyler göstererek:
- Halkın aklını çelmek için bunlardan istediğini al, buyurdu. İblis:
- Bunlar da hoş ama tuzak yemi olarak daha tesirli bir şeyler olsa, temennisinde bulundu. Hak Teala bu sefer ona tatlı ve yağlı yemekler yemek, kat kat giyinmek gibi imkanlar gösterdi. İblis bundan da fazlasını isteyince kendisine içki ve çalgı silahları verildi. Bu isteme verme faslının en sonunda erkekleri tuzağa düşürmek üzere kadın güzelliği gösterilince İblis sevincinden oynamaya başladı ve:
- Ya Rabbi! İşte aradığımı şimdi buldum. İnsanın aklını başından almak için bu mahmur gözler, gönüller yakan bu al yanaklar, bu yay kaşlar ve kor dudaklardan daha iyi silah bulunmaz, dedi. (5/38)

Kusur elbisesi kimseye yakışmaz şüphesiz. Ama bazı kusurlar var ki bazılarının üzerinde daha bir çirkin daha bir iğreti durur. Şehvetin de ihtiyarlara yakışmadığı gibi.
Şimdi de şehvetin insanı ne gibi tehlikeli hallere düşüreceğine örnek olmak üzere Mesnevî'de yer alan hikâyelerden birini aktaralım:
İhtiyarın Şehveti
Doksan yaşında beli bükülmüş, saçları kar gibi ağarmış bir kocakarı vardı. Dizden dermandan kesilmişti ama hala koca ve süslenme merakı geçmemişti.
Mevlânâ'ya göre insan kocalıp da kâmil olmamışsa kocakarı adına o zaman müstahak olur. Onun ne malı, ne sermayesi, ne de itibarı vardır.
Böylesi; dilsiz, kulaksız, gözsüz, akılsızdır; güzelliği yoktur ki nazı çekilsin. Kat kat soğan gibidir; hangi zarı çekilse alttaki daha beter kokar.
"İşte bu gerçekten gafil erkek avcısı doksanlık kocakarı, yüzünü süslemek için her ne sürdüyse para etmedi. Sofra bezine benzeyen yüzünün kırışıklarını kapatmaya ne boya yetti ne allık. Bunun üzerine eline bir makas bir de tezhipli Kur'ân-ı Kerim alıp tezhipleri kesmeye ve tükrükleyip tükrükleyip kırışıklarının üzerine yapıştırmaya başladı. Fakat çarşafını başına geçirirken yapıştırdığı bütün tezhipler dökülüyordu. Acuze tükrükleyip tutturdukça kâğıt parçaları durmadan düşüyordu. Kadın nihayet bunaldı ve:
- Hay kör şeytan, sana yüz binlerce lanet, dedi. Adı söylenir söylenmez İblis onun gözüne görünüp dedi ki:
- A kahpe, benimle alıp veremediğin ne! Bu iblisliğimle ben ne senin yaptığını yaptım ne de bir yapanı gördüm. Bana lanet ediyorsun ama sen tek başına yüz şeytan ordusuna bedelsin."
Efendim, hikâyenin birbirinden farklı birkaç mesajı var:
Bunlardan biri insanın yaşlandıkça durulacağı yerde daha fazla azması, şehvetine mağlup olması.
Diğeri ise aşağılık kimselerin Kur'ân'ı ve hikmetli sözleri bile kendi kötü emellerine alet edebildikleri hususu.
Mevlânâ böyle davrananları kınayarak -mealen- şöyle söylüyor:
"Ey mukallit! O kocakarı gibi sen kötü bir çığır açtın ve pis yüzünü süslemek için Kuran süslerini (ayetlerini) çaldın. Kendini beğendirmek için yüce erlerin sözlerini kullandın. Ama aslın güzel olmadıkça böyle iğreti şeylerle sana bir tazelik ve güzellik gelmez. Nasıl ki ağaca yapıştırsan da kesik dal meyve vermez. Ölüm çarşafı açılınca bütün o sahte süslerin bir değeri yoktur. Ey kocakarı, sen kaderinle cedelleşme. Mademki yüzünün güzelleşmesine imkan yok onu ister kırmızıya boya, ister karaya! En iyisi sen sineni cilalayıp parlatmaya ve Hakk'a beğendirmeye bak." (6/47)
Nasıl oluyor da bir yaşlı onca bilgi ve tecrübesine rağmen şehvetine zebun oluyor? Demek ki şehvet gelince ne tecrübe işe yarar ne de insanın doğru ile yanlışı seçme cihazı olan aklı kalır. Okuyucudan özür dileyerek nakledeceğimiz aşağıdaki hikâyede Mevlânâ şehvetin gücü ve karşılıklı oluşuna ilginç bir örnek veriyor.
Gebe Kalma
Zengin bir tüccar evlenme çağı geçmekte olan güzel kızını fakir biriyle evlendirmişti. Ancak evermeden önce kızına sıkı sıkı şu tenbihte bulundu:

- Bir müddet kendini kocandan uzak tut da gebe kalma. Zira kocan pek fakirdir; bu tip insanların ne yapacağı belli olmaz. Sonra seni yüzüstü bırakıp gitmesinden korkarım. Kız da:
- Başüstüne babacığım, dedi. Evliliğin üzerinden beş, altı ay geçti. Baba baktı ki kızının karnı büyüyor; ona çıkıştı:
- Ben sana ne demiştim, niye nasihatımı tutmadın!
- İyi ama babacağım, erkekle kadın pamukla ateş gibidir. Ben kendimi kocamdan nasıl sakınabilirim ki?
- Kastım senin kocandan ayrı durman değil. Eşin inzal halinde iken kendini çekerek gebelikten korunmanı istemiştim.
- Peki o an nasıl anlaşılır?
- Kocanın gözleri süzülmeye başlayınca anlarsın ki çekilmek gerek.
- Ah babacığım, ne yapayım ki daha onun gözleri süzülmeden benimkiler çoktan kapanmış oluyor. (5/150)



Devam Edecek...
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (www.semazen.net)

DÖRT KUŞU BOĞAZLA (2) (KAZ'ın Halleri))!!!!!


HIRS
1. Kazın Halleri
Herhalde gözlemleyenler Hz. Mevlânâ'ya hak verirler. Kazın temel özelliği haris olmasıdır.
Bu kuş azmanının boğazı bir an bile boş durmaz; kuru yaş ne bulursa yer, yiyemediğini de toprağa gömüp saklar. İnciden nohuta kadar boğazdan geçen ne varsa kursak anbarını onlarla doldurur.
Mevlânâ'ya göre bu yeme hırsının sebebi şu: Kazın sahibine itimadı yoktur, onun kendisini doyurmayacağını vehmeder. Keza herkesi kendisi gibi tamahkar sandığından eline geçeni gizler, saklar.
İşte kaz tabiatlı olan kişi de aynen böyledir. O rızıktan yana telaşlıdır, endişelidir, huzursuzdur. Kur'ân'da dendiği gibi şeytan onu fakirlikle korkutur. Bu yüzden kimseye bir şey veremez; kendi yediğini içtiğini ve sakladığını kâr bilir.
Oysa mümin, bu kainatı yaratan Zat'ın bütün yarattıklarının rızkına kefil olduğunu bilir ve bu itimat dolayısıyla da sakindir, telaşsızdır. Gözü gönlü tok olan müminin rakiplerinden yana da korkusu yoktur.
Mevlânâ hırsı ateşe benzetiyor. Kömür yanarken ateşi göze güzel görünür ama sönünce gerçek rengi ortaya çıkar. Kötü bir şeyi de insana güzel gösteren, ona duyulan hırstır.
Rahmani olan kanaat ve teenninin aksine hırs ve acele şeytandandır.
Hırs; şimşek ışığında mektup okumak gibi aldatıcıdır. Gerçi şimşek parlaktır ama gözü almaktan başka işe yaramaz. Hakiki nurun karakteri sakin ve daimi oluşudur. (2/56)
Yine Mevlânâ'ya göre hırs körlüğü en kötü körlüktür. Gözü kör olan ilahi rahmete nail olur, kendi kendini kör eden haris ise o rahmetten uzaktır.
Peki bütün bu gayretlerin neticesinde harisin eline ne geçer? Koca bir hiç! O denizin köpüğüne at süren bir zavallıdır. Zira onun peşinde olduğu dünya da müflisin tekidir ve taliplerine verecek bir şeyi yoktur.
Haris olan insanların bir özelliği de nimeti Cenab-ı Hak'tan bilecek yerde onu kendi gayretlerinin neticesi sanmaları ve paylaşmaya kıyamamalarıdır. Oysa böyle yapmakla çok zaman gelen nimete de mani olurlar.
Kanaat emniyettir, hırs ise hüsran. Ama haris bir nevi kör olduğu için bile bile kendisini tehlikeye atar.
Hz. Mevlana’ya göre bu hal Cenab-ı Hakk'ın Rezzak olduğuna itimat edememekten geliyor. Oysa insan denizdeki küp gibi nimetlerle çevrilmiştir. Küpün dolması için ağzını açması yetiyor. Demek ki bunca nimet içinde aç kalacağını sanmak denizin içinde sudan mahrum kalacağını sanmak kadar abes.
Hırsın bin bir türü var şüphesiz. Bazılarının mala mülke, mevki ve şöhrete duyduğu hırs gibi bazıları da bilgi konusunda haristirler. Peki bu kötü bir şey mi? Amacına göre hem evet, hem hayır! Bazan bilgi insanları asıl bilmeleri gereken şeyden uzaklaştırır. Mal peşinde koşup elindekini de kaybeden kişi gibi nefsani amaç la istenilen bilgi de bizi bilgilerin bilgisinden mahrum eder. Böylece yolumuzu açması gereken bilgi yol kesici hale gelir.
Biri çıkıp şöyle diyebilir: Madem ki bize verilen bütün duygular gibi hırs da fıtridir, o halde hırslı olmakta bizim ne suçumuz var?
Gerçekten insandan beklenen bu tabii duygularını öldürmesi değil budaması, terbiye etmesi, yüzünü zararlı olandan faydalı olana çevirmesidir.
Devam edecek.....
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (www.semazen.net)